Ana Sayfa Yüksel Baysal - Gazete Yazıları 27 Mayıs 55 yaşında!

27 Mayıs 55 yaşında!

27 Mayıs’tan 1960’tan bu yana tam 55 yıl geçti.
Kimisinin devrim dediği, bazılarının darbe olarak nitelendirdiği 27 Mayıs İhtilali birbirine zıt iki sonuçla anımsanıyor!
Biri olumlu, diğeri olumsuz…
Olumlu yanı Türkiye’ye 1961 Anayasasını kazandırmış olması.
Olumsuz yanlarını irdeleyecek olursak, önce idamdan başlamak gerekecek.

Hangi gerekçeyle olursa olsun ölüm cezası, ilkel bir öç alma duygusundan başka bir şey değil. Hele ki, bir ülkenin başbakanı idam ediliyorsa, orada bir “akıl tutulması”ndan söz edilebilir.
Akıllar o kadar tutulmuştu ki, o büyük komutan, büyük devlet adamı, kurtuluş ve kuruluş mücadelesinin ikinci ismi İsmet İnönü, Atatürk’ün idamla ilgili muhteşem öngörüsünü, o günün askerlerine bir türlü kabul ettiremedi.
Mustafa Kemal, bazı idam cezalarının uygulanmasına ilişkin olarak, “İsmet, İsmet, biz bu adamları asıyoruz. Yarın- öbür gün bu adamların yaptıkları pislikler unutulur, asıldıkları hatırlanır” diye boşuna dememişti.
İnönü, Atatürk’ün bu sözünü askerlere anımsattı ama yine de Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın idam edilmelerini engelleyemedi.
Bu üç devlet adamının idamı Türk tarihin en kara lekelerinden biridir.
Ancak o kötü noktaya giden yolu da iyi analiz etmek gerekiyor, idamlara gerekçe olarak değil, yeniden aynı hataları düşmemek adına…

*******

Söylenegelen bir sözü tekrarlayalım, bizde demokrasi henüz içselleşememiştir. İktidarı elinde tutanlar, hele de arkalarında halk desteği varsa, demokrasinin o ince ruhunu bir kenara itip, “Çoğunluk benim yanımda, istediğimi yaparım” kaba sözleriyle demokrasinin köküne kibrit suyu döktüklerinin farkına varamıyorlar.
Tıpkı Demokrat Parti iktidarı gibi…

*******

Bugün de benzeri bir süreci yaşıyoruz.
“Çoğunluk bizde” diyenler, devletin temel kurumlarını ele geçirmenin yanı sıra Türkiye Cumhuriyeti’ne yeni bir model biçmeye çalışıyorlar.
Başkanlık sistemi en son gelinen nokta değli mi?
İşte tam da böylesi dönemde tarihi iyi okumanın önemini vurgulamak istiyoruz.
“Demokrasi sadece çoğunluğun değil, azınlığın haklarını korumak için de vardır” sözünün altını bir kez daha çizerek, 1950’li yılları şöyle bir hatırlatmak istiyoruz.

*******

Öncelikle, 1946-50 dönemini bir karşı-devrim süreci olarak nitelemekten kaçınmak gerektiğini düşünüyorum. Çünkü 1923-50 arasında 27 yıl süren tek parti diktatörlüğünde kitleler bıkmış, yeni arayışlara girişmişlerdi.
İşte o arayışlar sırasında halk, kendilerinin seçtiklerini düşündükleri bir partiyi iktidara getirmişlerdi. Ancak, unutulmasın ki, tek partinin lideri İsmet İnönü aksine davransaydı, direnseydi, çok partili yaşama geçiş daha zorlu olabilirdi. En azından gecikebilirdi. Bu yüzden çok partili siyasal yaşama geçişte, İsmet İnönü’nün rolünü küçümsememek gerekir. “Efendim, demokrasiye geçiş Batı devletlerinin zorlamasıyla oldu” gibi tezler, Türk halkının iradesini yok saymaktan başka bir anlam taşımaz.
Unutulmasın ki, bugün bile diktatörler ikna edilerek koltuklarından indirilemiyor!

*******

Kaldı ki, çok partili siyasal yaşama geçiş aşamasında sol partilerin kurulmasına izin verilmedi. Demokrasiye adım attığımız o ilk dönemde bile sosyalist sol yok sayıldı.

*******

Demokrat Parti’ye gelince…
İktidarı alır almaz, 1946-50 arasındaki özgürlükçü söylemleri hemen terk ediverdi.
Bakın Rasih Nuri İleri o dönemi nasıl anlatıyor :
“Demokrat Partinin iktidara gelmesinden bir yıl sonra 1951 Ekim ayında 188 kişiyi kapsayan TKP tutuklamaları başlamıştır.
… Tutuklananların bazısı iki yıl hücrede tutuldu, falakaya yatırıldı, tabutluk denilen ışıklandırılmış dik kutulara konuldu, bazısı çıldırdı. Dava ise 1953’de açıldı ve ertesi yıl sonuçlandı. Lideri Dr. Şefik Hüsnü kanunsuz sürgün tutulduğu Manisa’da 1959’da vefat etti”

DEVRİMLERİN ALTI OYULUYOR

Sol’u bir kenara bıraksak bile DP iktidara geldiği andan itibaren, Türkiye’nin ulus devlete evrilmesinde payı olan devrimlerin altını oydu.
Dahası demokrasiyi rafa kaldıracak uygulamaları başlattı.
Bazılarını anımsayalım.
—–Köy Enstitüleri kapatılarak, köylerin aydınlanmasının önüne geçilmiş oldu.
— Türkçe ezanı kaldırarak yeniden Arapça okunmasını sağlandı. Türkçe ezan bazılarına itici gelebilir ama unutmayalım ki, Martin Luther de, 1500’lü yıllarda İncil’e Almanca’ya çevirdiği için Aforoz edildi.
— Türkçeyi sadeleştirme işini bir kenara bıraktı. Örneğin Anayasa sözcüğü ortadan kaldırılarak, anayasaya Teşkilat-ı Esasiye kanunu adı verildi.
— CHP’nin mallarına el koydular. Mallara el koymakla kalmadılar, adeta meydan okur gibi demeçler verdiler.
Böyle konuşmalardan birinde Menderes şöyle diyordu :
“ Halk Partisine bir şey yapılamaz, İsmet Paşa’ya bir şey yapılamaz, çünkü o askerdir, kumandandır, ordudur ve o sanki her şeydir… Vuracağınız bir yumrukla işte bu korkuyu tuz-buz edeceksiniz.”
— Kırşehir’i il olmaktan çıkarıp, ilçe haline getirdi.

YARGIYA AĞIR BASKI

— DP iktidara gelmeden yargı bağımsızlığını sağlama konusunda oldukça radikal söylemler geliştirmesine karşın, 1954 yılında Emekli Sandığı Kanunu’nun 39. Maddesinde yapılan değişiklik sonucunda, Yargıtay, Danıştay, Sayıştay başkan ve üyelerinin gerekli görülmesi üzerine emekliye ayrılmalarına olanak sağlandı. Üstelik, bu emeklilik işlemleri konusunda herhangi bir yargı makamına başvuru hakkı da tanınmadı.
Yargıyla ilgili söylemler bu kadar da değil.
Gerek Celal Bayar, gerek Adnan Menderes, sürekli olarak yargıçlardan yakındılar.
AKP iktidarının sürecine bakıldığında, Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarının da sürekli olarak yargıya karşı tavır içinde oldukları görülüyor.

DP’NİN KEYFİ UYGULAMALARI

— Kendisi için her türlü gösteri özgürlüğünü isteyen DP, devletin kurucusu İsmet İnönü’nün gezilerine bile engel olmaya çalıştı. Kayseri, Uşak, Topkapı, Çanakkale olayları, Yassıada duruşmaları sırasında bu konu sık sık gündeme geldi. Her üç olayda da CHP’lilerin siyasal gezi yapması önlenmeye çalışıldı. Hatta İsmet İnönü’ye karşı fiili şiddete varan eylemler yapıldı.
Burada hemen somut bir olay aktarayım. Yıllar önce DP eski Milletvekili Recep Kırım ile yaptığım söyleşide, İsmet İnönü’nün Bursa gezisi sırasında Vali İhsan Sabri Çağlayangil’in kendilerini çağırdığını, geziye engel olunmamasını rica ettiğini, kendisinin de buna destek verdiğini anlattı.
Çağlayangil’in anılarını okuduğumda bunun doğru olduğunu gördüm. Ancak, bir şey dikkatimi çekti. Orada net bir şekilde anlatılıyor, İnönü’nün Bursa’ya gelebilmesi için Vali Çağlayangil, DP’lilerden izin istiyor! Bu anlaşılır bir tavır olabilir mi?, Türkiye’nin ikinci Cumhurbaşkanına, milli mücadele kahramanına Bursa’ya gelme izni ancak Vali’nin araya girmesiyle verilebiliyor! Bu anti-demokratik bir tavır değil mi?
Kaldı ki, bu söyleşi sonrasında görüştüğüm, o dönemi bizzat yaşayan Yılmaz Akkılıç başka türlü konuşmuştu. Rahmetli Yılmaz Abi, “Yalan söylüyorlar. İnönü, Mudanya üzerinden Bursa’ya gelecekti. DP’liler Merinos’ta yolunu kesip, İnönü’ye saldıracaklardı. Dönemin Emniyet Müdürü, daha sonra CHP milletvekili olan Şebip Karamollaoğlu bu durumu engelledi” diye anlattı.

TAHKİKAT KOMİSYONU FACİASI

— Demokrat Parti’yi yıkım sürecine götüren belki de en önemli olay Meclis’te kurulan Tahkikat Komisyonudur.
Tahkikat, yani araştırma amacıyla kurulması gereken komisyon, DP’nin muhalefete olan tahammülsüzlüğü nedeniyle amacını aşmış, birer ceza komisyonuna dönüştürülmek istenmişti.
Tahkikat Komisyonu görüşmeleri sırasında, CHP’nin kapatılmasını, hatta bazılarının “sallandırılmasını” isteyen DP’li milletvekillerine bakın Menderes nasıl destek vermişti:
“Zeki Erataman’ın şiddet ifade eden, ileri tedbir isteyen sözlerini hürmetle ve tasviple karşılıyorum. Ben de onu istiyorum… Eğer işin daha ileri gideceğine kanaat getirirsek, gözümüzü budaktan sakınacak adamlar değiliz. Ahlaksızlar, namussuzlar, sizi kapatıyoruz diye Büyük Millet Meclisi’nin kararı ile kapatalım.”
Bu konuşmadan sonra, Bursa Milletvekili Mazlum Kayalar ve Denizli Milletvekili Baha Akşit’in verdiği önerge ile komisyonun kurulması kabul edildi.
Tarih 18 Nisan 1960…
Yani ihtilâle çeyrek var.
CHP Lideri İsmet İnönü kürsüde çok önemli uyarılarda bulunuyor:
“Bu önerge kabul edildiği andan itibaren siyasal yaşamımız tamir edilemeyecek bir uçuruma atılacaktır. Önerge, temelde muhalefeti, özellikle CHP’yi ve basın itham etmeyi esas alıyor.”
İnönü diyor ki, siz hem yasa yapıcı hem de yargıçlığa soyunuyorsunuz. Bu bin sene önceye kaldı.
Tahkikat Encümeni’nin ilk uygulamalarından biri TBMM’deki görüşmelere yasak getirilmesi oldu.
Aynı encümen, çok ilginçtir, muhtar ve ihtiyar heyeti seçimlerini durdurma kararı alıyor.
Gazetelerin yayınının durdurulması, gazetecilerin tutuklanması, basın yasakları bu komisyonun uygulamalarından bazıları…

VATAN CEPHESİ

— Demokrat Parti’nin büyük yanlışlarından biri de Vatan Cephesi adı altında, ülkeyi cephelere bölecek bir kuruluş oluşturması. O dönemi yaşayan herkes, dönemin iletişim aracı radyodan Vatan Cephesi’ne katılanların listesinin sürekli yayınlandığını ifade ediyorlar. CHP’lilerin anne-babaları, ölmüş insanların dahi radyodan anons edildikleri biliniyor.
— Gazetecilerin tutuklanması, Demokrat İzmir Gazetesi’nin yakılması… Daha önce DP’yi destekleyen gazeteciler bile muhalefete geçince tutuklanmış, Hüseyin Cahit Yalçın gibi Osmanlı döneminden kalan gazeteci, Ankara Merkez Kapalı Cezaevine konulmuştur. Gazeteciler üzerine yoğunlaşan baskı, DP’nin sonunu getirmiştir.
— Örtülü ödenek davası…
Bu konu ihtilalden önce gündeme gelmedi ama 27 Mayıs sonrasında ortaya çıkan belgeler, örtülü ödeneğin kötüye kullanıldığını kanıtladı. Adnan Menderes’in viski paraları, terlik ve battaniye, Anadolu Kulübüne konsomasyon borcu, bayan Menderes’e İsviçre’den ayakkabı, çocuğunun okul masrafları, sevgililerine hediye filan, hepsi kayıt altında… Hatta, bazı dini gereklilikler için “beytülmal” dan ödeme yaptığı görüldü. DP’lilere yapılan yardımlar, ilçe teşkilatlarına gönderilen paralar…
Bunların hepsi kötü kullanım örneği…
— O dönemin yine en önemli olayı, DP’nin üniversitelere karşı olan tavrı. Milli Eğitim Bakanlığı emrine alınan öğretim üyeleri, dövülen rektörler, baskı altına alınmaya çalışılan bir üniversite tablosu vardı. Prof. Dr. Bülent Nuri Esen, Prof. Dr. Turhan Feyzioğlu, Prof. Dr. Hüseyin Naili Kubalı, Milli Eğitim Bakanlığı emrine alındı.
Menderes, öğretim üyeleri için şunları söylemişti:
“Bunlar bedava kahraman kesilen soytarılardan ibarettir. (…) Emir verdik derhal girin dedik. Üniversiteye girmek değil, altına gireceğiz. Belki bu akşam, belki yarın akşam bir hususi mahkeme kuracağız.”

6-7 Eylül olayları
Söylemeye gerek var mı, Demokrat Parti’nin provokasyonu nedeniyle azınlık yurttaşlarımız saldırıya uğradı, bu ülkenin zenginliği yok edildi.

SONUÇ

Demokratik kurum ve kurallardan yararlanarak, siyaset yapanların en önemli sorumluluğu, sayesinde yükseldikleri kurallara ve kurumlara sahip çıkmak olmalıdır.
Adnan Menderes böyle yapmalıydı. Demokrasiye en çok sahip çıkması gereken kişiydi. Ama onun yerine çoğunluk diktatörlüğüne yöneldi.
Şimdi benzer bir durumla karşı karşıyayız.
Rizeli Balıkçı Hasan’ın oğlu, Kasımpaşalı Recep Tayyip Erdoğan, basamakları birer birer çıkarak Cumhurbaşkanı oldu.
Bu nedenle, demokrasiye herkesten daha fazla sahip çıkması gereken kişi o…
Ancak Tayyip Erdoğan, Demokrat Parti’nin söylemlerini tekrarlayarak, onun hatalarına düşüyor.
Tehlikeli durum şu…
Ülkedeki yönetimin büyük çoğunluğu Ak Parti’nin elinde…
Bunlarla yetinmeyip devletin tüm kurumlarını ve sivil toplum örgütlerini de ele geçirmek için uğraşılmasını, başkanlık sistemiyle tüm toplumun tek tipleştirilmeye çalışılmasını hiçbir demokrat yürek kabul etmez.
27 Mayıs’ın 55. Yıldönümünde bunların altını bir kez daha çizmek isterim.

Loading