Ana Sayfa Yüksel Baysal - Serbest Yazılar 12 Eylül darbesini nasıl yaşadım?

12 Eylül darbesini nasıl yaşadım?

Türkiye demokrasisi, 15 Temmuz tarihinde çok büyük bir belayı kanı ve canı  pahasına defetti!

Bu son teşebbüsleriydi.

Bundan sonra elinde silahı olanların “Ben ülkeyi istediğim zaman yönetirim” cakalanmaları sona erdi.

Türkiye, tek adam yönetimlerinin daracık elbisesine sığacak kadar küçük bir ülke değil!

Bunun en net örneğini 12 Eylül döneminde gördük, hatta yaşadık.

Darbenin, askeri yönetimin, demokrasi dışı arayışların ne kadar olumsuz olduğuna yaşamımızla tanıklık ettik:

*****

Darbeyle ilgili söylenmedik söz kalmadığı için 12 Eylül darbesiyle ilgili kişisel anılarımı ve izlenimlerimi aktarmak istiyorum.

*****

“Tarih, 12 Eylül 1980’e doğru evrilirken, 18 yaşındaki her genç gibi oldukça politik bir insandım.

12 Mart müdahalesiyle ilgili birçok öyküyü büyüklerimizden dinlememize karşın, askeri müdahalelerin yıkıcı etkisi konusunda yeterince bilgi sahibi değildim.

Onun için darbe büyük bir şok etkisi yarattı bende…

 

*****

 

12 Eylül sabahı Rize-İkizdere merkez Güney mahallesinde kapım babamın sert vuruşuyla açıldı. ‘Ne oluyor’ diye uykulu gözlerle bakarken, ‘Hadi gözünüz aydın asker yönetime el koydu!’ demesiyle irkildim.

Hemen kalkıp toparlandım, siyah-beyaz televizyonu açtım.

Cunta lideri Kenan Evren’in, Pinochet’in Şili’sini andıran görüntüleri akarken televizyonda, Konsey’in bildirisi okunuyordu. Kararsız ama yılgın gözlerle baktım televizyona bir süre…

Şimdi ne yapacaktım, ne yapacaktık, neler olacaktı acaba?

 

*****

 

12 Eylül’de tank sesiyle uyanıp, sokağa çıkamadığımız için bütün bağlantılarımız kesilmişti. Cep telefonu yok ki, arkadaşlarını arayasın!  Dört bir yana dağılmış durumdaydık. Sokağa çıkma yasağının bile ne olduğunu doğru düzgün bilmiyorduk.

İşte o koşullarda askeri cunta hemen her ilde, ilçede birer toplama kampı kurdu.

 

*****

 

Düşünün nüfusu bin civarında nüfusu olan İkizdere’de merkez ortaokulunu bile bir tür gözaltı merkezi yapmışlardı.

Kaç kişi olduğumuzu şimdi anımsamıyorum, ama orada bir aya yakın yattıktan sonra içimizden en suçlu (!) 19 kişinin seçilip Rize merkezdeki toplama kampına götürüldüğünü çok iyi hatırlıyorum. 12 Eylül öncesinde belki birkaç küçük kavga, duvarlara beş-on yazı dışında hiçbir ciddi eylemin, suçun olmadığı bir ilçeydi İkizdere…

Ama askerler suçlu yaratmak için özel dosyalar tutmuştu.

Hepimiz çok tehlikeli “teröristlerdik!”

*****

 

Darbe olduktan kısa süre sonra ben de arananlar arasındaydım. Birkaç günlük beklemeden sonra hiçbir suçum olmadığına inandığım için 17 Eylül’de teslim oldum. Aslında rahat kaçabilirdim ama nereye, nasıl, kiminle? Hiçbir örgütsel bağlantım yoktu ki…

 

*****

 

Teslim olduktan sonra 23 gün İkizdere’de kaldık.

Orada rahattık. Biz orada rahattık, ama ülke genelinden ve Rize’den iyi haber gelmiyordu. Gözaltılar sırasında korkunç işkencelerin yapıldığı aktarılıyordu bize… Ama biz kendimize de güveniyorduk; gerçekten ortada suç yoktu ki, suçlu olunsun… Ne faili meçhul bir cinayet, ne adam yaralama, ne soygun, ne şu, ne bu…

 

*****

 

Rize’ye götürülüşümüzün ayrıntısını şimdi anımsamıyorum.

 

*****

 

Rize spor salonunda bir akşam kaldık kalmadık, gece vakti ismimizi okudular. İkizdere grubundan gelenler olarak asker gibi sıraya geçip kollarımızı hizalayarak bekledik. Sonra cemselere bindirilip götürüldük. Bir meçhule gider gibiydik. Gittiğimiz yer Rize’nin Çayeli yolu üzerindeki o dönem Eğitim Enstitüsüydü.

 

****

 

Askoroz’da yaklaşık iki ay kaldım. 400 civarında kişiydik. Yataklar yerlere seriliydi.

Gazete yoktu, dergi yoktu, kitap yoktu, televizyon yoktu, radyo yoktu, hiç kimse görüşe kabul edilmiyordu.

Süt ve bisküvi alınabiliyordu sadece içeriye!

 

*****

 

Esas kâbusumuz akşamları başlıyordu. Geceleyin cellâtlar geliyor, isim okuyor, arkadaşlarımızı alıp işkenceye götürüyordu. Bazıları günlerce gelmiyor, yarı baygın vaziyette geldiğinde ise her bir santimetre karesi morluk içinde oluyordu. Korkunçtu o anı beklemek… Kalbimiz heyecanla çarpıyor, isim okunurken bir ölüm sessizliğine bürünüyordu o 400 kişi… Kurbanlar alınıp götürüldüğünde hiç kimse birkaç dakika konuşmuyor, çıt çıkmıyordu koca salondan… Direnmek aklımızın ucundan bile geçmiyordu. Çünkü yenilmiştik netice itibarıyla… İtiraf ediyorum, beni değil bir başkasını götürdüklerinde utanç içinde bir rahatlama yaşıyordum. ‘Çok şükür bu akşam da yırttım diye…’ Sorguda ismi verilenler yeniden işkence tezgâhına götürülüyordu.

 

*****

 

86 günün sonunda ismimi okudular, “Tahliye” diye…

“Hiçbir suçuna rastlanmamıştır” kağıdıyla birlikte çıkıp gittim.

Özgürlüğüme kavuştum!

 

*****

Benim devletim ve de Kenan Evren bana 18 yaşında bunları yaşattı. Ona rağmen ne devlete, ne TSK’ya ne de başka bir kuruma düşman oldum. Daha doğrusu yaşadığım süreçle ilgili olumsuzlukları, siyasal analizlerime, bakış açıma yansıtmadım. Kin tutmadım, düşmanlık yapmadım!

Ergenekon ve Balyoz operasyonlarında Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yapılan zulme daima en sert şekilde karşı durdum.

Çünkü biliyordum ki, hukuk gün gelir herkese lazım olacak!

Kenan Evren’e bile lazım olmadı mı?!

 

*****

 

İşte FETÖ’cülerin anlamadığı buydu? Şimdi onlara da hukuk lazım olacak!

Darbecileri yargılarken bile adaletli olmak, Avukat Şakir Çalışkan’ın yazdığı gibi, “Hırs ve kinle” değil, hukuk içinde olmak lazım.

Aksi halde o yargılayanlar bile gün gelir yargılanabilir!

Hiç kimse yargılamazsa, tarih sorguya çeker ve yargılar!

 

 

Loading