Ana Sayfa Melike Baysal Yazıları Milas’ın yalnız kutsal kenti: Labranda!

Milas’ın yalnız kutsal kenti: Labranda!

Dünyanın en gereksiz, en zararlı, en kötü eylemidir ‘’sıkılmak.’’
Hatta daha da ileriye gidiyorum, insanın kendine karşı işlediği bir ‘’suç’’ sayılabilir.
Bir insanın sıkılmak için vakti olmamalı, tersten bakarak bir de şöyle söyleyelim, dünyanın en kıymetli olan şeyi olan zaman, sıkılarak geçirilmemeli. Zamanın iyi kullanılamaması da sıkılma konusu ile birlikte işlenmeli belki de… İnsanlara, çocuk yaşlarından itibaren iyi vakit geçirmeyi, kendi kendine yetmeyi, çevresinin farkına varmayı öğretmemek bir insana yapılabilecek en büyük kötülük olsa gerek…
Hayatımızı AVM’lere, kentlerin bağrından göğe yükselen beton yığınlarına, bilgisayar ekranlarına, telefonlara hapsetmeye çalışan sistem, yaşamın tüm renklerini bu saydıklarımdan ibaretmiş gibi ezberleterek sıkıntıyı körüklüyor.
Sıkılmamak için onlarca aktivite sayabilirim size; siz de sayabilirsiniz.

****

Mesela, Selimiye kasabasında uyandınız bir sabah. Küçücük bir belde… Günlük yürüyüşünüzü yaptınız, gazeteleri okudunuz, birkaç komşuyla kahvenizi içtiniz, olağan işlerinizi bitirdiniz, biraz da kitap okudunuz…
Tam sıkılmak üzeresiniz ki…
Ege’nin yeraltındaki yüzlerce hazinesinden biri geliyor aklınıza.
Labranda Antik Kenti!
İşte sıkılmanın kendisinden sıkılıyorsanız, her zaman yapacak bir şey bulursunuz ve özellikle Ege’de iseniz yapacak şeylerden biri de antik kentleri gezmektir. Benim doğduğum toprakların en büyük şansıdır, göğsüne sakladığı geçmiş yaşam izleri…
Ve biz, sadece sıkılmamak için değil, o antik kentlerin binlerce yıllık gücünü hissetmek, bugüne taşıdığı anılarını duymaya çalışmak, yalnızlığını paylaşmak, dünyanın yazılı tarihine onlarla olan duygu paylaşımımızı da not düşmek için gideriz sevgilimle Ege’nin antik kentlerine…

Labranda’yı bir kez daha bu nedenle görmek istedik ve 2018’in son antik gezisi olarak kişisel tarihimize kaydettik 31 Aralık öğleden sonrası yaptığımız bu geziyi.
Labranda aslında benim için ‘’kaynak suyu’’ demekti. Çünkü çocukken, anne babamın öğretmenlik yaptığı kasabamızdan çıkıp Milas’a gittiğimizde, dönerken bir yerlerden su alırdık. O suyun, hemen karşıdaki Sodra dağından çıktığını ve buralara kadar geldiğini hayal ederdim. Adı da ‘’Labranda Suyu’’ idi. Hiç merak etmedim o yıllarda neden adının ‘’Labranda’’ olduğunu çünkü her şeyin bir adı vardı işte! Selimiy’e gibi, Milas gibi, Melike gibi…

****

Büyüyüp her adın bir anlamı ve bir kökeni olduğunu öğrendiğimde, bağ kurduğum antik kentlerin de adlarını ve kökenlerini merak etmeye başladım. İşte o zamanların birinde öğrendim Labranda’nın aslında ‘’Labraundos’’ olduğunu, ‘’Labrynthos’’ ve ‘’Labrys’’ ile aynı kökten geldiğini. O zaman daha çok ilgimi çekti çünkü çocukluğumdan beri bildiğim, Milas’ın içindeki Baltalı Kapı ile bir ilgisi olmalıydı, zira Baltalı Kapı, adını üstündeki ‘’çift yüzlü balta’’ şeklindeki bir işlemeden alır ki ‘’Labrys’’ de ‘’çift yüzlü balta’’ demektir. Baltalı Kapı 2.yüzyıla, Labranda Antik Tapınak Kenti ise 6. yüzyıla tarihlenir, yani Baltalı Kapı aslında Zeus Labrandos Festivali’nin geçiş güzergahına yapılmış…

****

Bu güzergahla başlamışken, yola buradan devam edelim o zaman…
Baltalı Kapı’dan başlayıp Labranda antik kentine giden bu yolun genişliği bazen 8 metreye ulaşıyordu ve ‘’Kutsal Yol’’ olarak anılıyordu. Aynı zamanda ayine giden dini gruplar da bu yolu kullanıyorlardı. Dini gruplar, Labranda Antik Kenti’nin gerçek sahipleri sayılabilir zira Labranda, aynı zamanda bir kült merkezidir. Burada ‘’kült’’, Latince ‘’cultus’’den gelmektedir ve ‘’tapınma’’ anlamındadır. Su kaynağının olması ve çok büyük bir kayaya yaslanmış olması nedeniyle bir tapınma merkezi olarak değerlendirilmiş olabileceği düşünülen Labranda’da rahipler, aileleri, hizmetlileri, tapınak köleleri, kutsal alanların yapımında çalışan işçiler, kutsal alan arazisini kiralayıp zeytinleri toplayanlar ve çeşitli tarım ürünleri yetiştirenler yerleşik şekilde yaşıyorlardı. Yıllık kurban kesim şenlikleri yapıldığını kayıtlarından öğrendiğimiz Labranda’ya, bu şenliklerde Alabanda’dan, Euromos’tan da gelenler olduğu da yine bu yazılı kayıtlar arasında yer almakta. Daha önce yazdığım, çocukluğumu, kolları arasında geçirdiğim, Selimiye’nin Koruyucu Tanrıçası adını taktığım Euromos’tan buraya gelenleri hayal ettiğimde, içlerinde bazen kendimi de görüyorum desem hayal gücü kuvvetli olanlar bana mutlaka inanacaktır. Çünkü Euromos’tan buraya gelen Karyalılar ve onlar benim muhtemel atalarım…
Labranda’ya bugün, zeytin ağaçlarıyla kol kola, bulutlarla arkadaş, çam ağaçlarının haşmetine hayran kalınarak gidiliyor. Zeytin de ayrı bir yazının konusu olsun ama Anadolu’nun ‘’altın renkli sıvının ölmez ağacı’’ diye tanıdığım, her yaprağını ayrı ayrı sevdiğim, gövdesine yaslandığımda huzur dolduğum bu ağacı, Labranda yolunda tüm gücüyle, asırlara meydan okuyan duruşuyla ayrıca görmek lazım. O çamlara, çınarlara ise hayran olmamak mümkün değil. Velhasılı, Labranda yolu biraz virajlı, biraz zor ama son virajı aldıktan sonra, o koca çamın altına, ‘’Karia Yolu’’ tabelasının yanına aracınızı park ettiğinizde kesinlikle değdiğini düşüneceksiniz.


Bizim ikinci ziyaretimizdi ve geçen sene sohbet ettiğimiz, antik kentin bekçiliğini yapan aileyi bulduk hemen. Yeni kazılar yapılmıştı bu sene, çok mutlu olduk. Kazı ekibinden geriye kalanlar derli toplu yerleştirilmişti, belli ki seneye yine gelmek üzere gitmişler. İki tane de sandalye kalmıştı arkalarında. Son oturdukları yerde, öylece bırakılmış ve durdukları yere bakılırsa, çalışırken muhteşem manzaranın tadını da çıkardıklarını düşündüren iki tahta sandalye. Sodra dağının eteklerindeki Milas ovasına bakan ve yeşil bir ‘ağaç denizi’’ gibi önümüzde uzanan manzara, yaşamdan bir süreliğine uzaklaştırılacak kadar güzeldi…
Antik kentlerde daha çok İyon tarzına yakın hissederim kendimi ve önce sütunları görmek isterim. Burada da yine sütunları buldum, üstüne mermeri oyarak işledikleri desenlerin üstünde gezdirdim parmaklarımı. Yazıları görmek ise hep çok heyecanlandırır beni. Yine burada da gördüğüm yazılar, 2500 yıl önce yazılmış ve bugün elime geçmiş mektuplar gibiydi. Çok heyecan verici değil mi?
En eski buluntular, erken tunç çağına ait olsa da tapınak 6.yy’a tarihleniyor ve biliniyor ki en parlak dönemini 4.yy’da Moussollos döneminde yaşıyor. Bundan önce büyük bir çınar korusu ile birlikte sadece tapınak ve sunaktan oluşan tek bir yapı varken, Moussollos terasları büyütür, duvarlar yaptırır. Tabii bir de Kutsal Yol’u inşa eder. Daha sonra bir Stoa ve Andron ekler. Stoa ve Andron, kelime anlamı olarak galeri ve ziyafet odası olarak açıklanıyor ve sosyalleşmek, siyaset ve güncel konuları tartışmak için bir araya gelinen alanlar olarak değerlendiriliyor. Labranda’daki çevirileri okurken, bizi hem güldüren hem düşündüren bilgilere rastladık. Bir kere, o zamandan beri gücün simgesinin binalar olduğunu görüyoruz. Yollar, stoalar, vs… Bir de bu inşaat projelerinin hep halkları rahatsız ettiğini… Mesela Mousollos’a dört kez suikast girişiminde bulunulmuş bu nedenle. Çünkü Karyalılar, bu inşaat projeleri nedeniyle fazlaca finansal yük altına girmekten şikayetçilermiş… Anadolu topraklarında yönetim anlayışı hiç değişmemiş anlaşılan!

****

Yazının en başında bahsetmiştim, Labranda benim için çocukluğumda su demekti. Yıllar geçti, hala annemin ve babamın Selimiye’deki evinde içiyoruz o suyu. Labraundos’un kült kenti olmasına sebep olan o kaya ve o su, o günlerin anılarıyla yüklü olarak bugünün bir parçası hala… Yaşamın tek gerçeği doğa ve doğanın taşıdığı anılar galiba…

Loading