Ana Sayfa Yüksel Baysal - Gazete Yazıları Üç İstanbul ve Abdülhamit!

Üç İstanbul ve Abdülhamit!

İddiayla söylüyorum; okuduğum en güzel romanların en başına yazıyorum, Mithat Cemal Kuntay’ın ‘Üç İstanbul’unu…

Kitaplarla bu kadar haşır neşir olmuş biri olarak, şimdiye kadar neden okumadığıma da şaşırmış olarak…

*****

Dahası, Türkiye’de bu kitaba neden yeterince ilgi gösterilmediğini de merak ediyorum.

Neden Reşat Nuri Güntekin, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ahmet Hamdi Tanpınar kadar ünlü ve bahsedilen bir yazar değil Mithat Cemal Kuntay?

Evet, filmi çekildi romanı üst üste baskıları yapıyor ama yine de çok bilinmiyor, tanınmıyor.

*****

Aklıma tek bir gerekçe geliyor, Mithat Cemal Kuntay’ın başka romanı yok da ondan dolayı…

Bu gerekçeyi sakatlayacak pek çok örnek var; mesela Ahmet Arif’in “Hasretinden Prangalar Eskittim” şiir kitabı dışında yapıtı yok…

Okur-yazar bütün insanımız Ahmet Arif’i tanıyor, biliyor!

*****

Kabul ediyorum, “Üç İstanbul” dili biraz eski, bundan ötürü okunması zor bir yapıt…

Keşke kitabı yayınlayanlar bazı sözcükleri Türkçeleştirmiş olsa!..

Veya en azından eski sözcüklerin anlamını dip not olarak eklese…

(Şimdi yeniden okuduğum Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye’si gibi).

****

Kitap Oğlak Klasikleri’nin 2016 yayınıydı.

İlginçtir, yapıtın girişinde, Yayına Hazırlayan Raşit Çavaş, Kurumsal Kimlik Danışmanı Serdar Benli, Genel Yayın Yönetmeni Şenay Haznedaroğlu denmiş ama bu isimlerin kitabın kolay okunmasında ne gibi katkıları olduğu anlatılmamış.

*****

Yazar Mithat Cemal Kuntay, Osmanlı’nın başkenti İstanbul’un üç devrini anlatıyor.

Abdülhamid, Meşrutiyet (İttihat ve Terakki dönemi) ile Mütareke dönemi…

*****

Romanın arka fonunda Osmanlı’nın son yılları, ön planda ise dönemin siyasal figürlerinin aile yaşamları var.

Özellikle roman, İttihat ve Terakki’nin önde gelen isimlerinden Adnan üzerinde kurgulanmış…

*****

Çok özel, çok güzel bir anlatım dili var Mithat Cemal Kuntay’ın…

Bakın daha kitabın girişinde, Adnan’a şunları yazdırıyor Kuntay:

Anadolu ve Rumeli ufkun iki ucunda iki ahşap konak gibi yanıyor; yangından çıkanların uçan saçlarıyla ufukta insanlar koşuyor: Doksan Üç Muhacirleri… Muhacir, gideceği yer olmadan biteviye yürüyen hayalettir; adını bilmediği bir başka hayaletin ekmeğini yiyecektir. Fakat Moskof atı ve neferinin altı ayaklı vahşetle kovaladığı Türk muhacirine nispet başka muhacirler seyyah kadar eşyalı ve erzaklıdır.

93 harbinde üç şeyin hududu yoktu: Hastalığın, açlığın, vatan toprağının…

Alevde iki göz, demirde 32 diş: Bu Moskof ordusu. Moskof süngü idi. 93’te ölümün uykudan uyanmış gibi sersem bir hali vardı.”

DÜYÛN-I UMÛMİYE!

1854 Kırım savaşından sonra borçlanan Osmanlı, Abdülhamid döneminde iflas bayrağını çekmiş, ülkenin temel gelir kaynakları yabancıların kontrolü altındaki Düyûn-ı Umûmiye’ye bırakılmıştı.

Osmanlı Saray yönetimi parasız kalınca, zaman zaman bu gelirlere el koyan emperyalist tefecilerden para isterdi.

İşte öyle bir sahneyi anlatıyor Mithat Cemal:

Temizlikten beyazmış gibi bir süt sakal; ayda ancak birkaç kere giyilen buruşuk bir fes; Nuri Bey. O Abdülhamid’in süt kardeşi ve Namık Kemal’in arkadaşıdır; Sultan Aziz devrindeki Yeni Osmanlılar’dandır; hürriyet rüyasından Namık Kemal Magosa’da, Nuri Bey Akka’daki zindanlarda uyanmıştı. Şapkalı adam Reji Müdürü Rambert’tir. Osmanlı İmparatorluğu’nun devlet esrarını sadrazamla beraber haber alan Şimendiferci (Demiryolu) Hügnen, Düyûn-ı Umûmiyeci Kumandan Berje gibi bu da bir ayağı Babıali’de (O günkü hükümet merkezi), bir ayağı Saray’da duran İsviçrelidir.”

Hazine tam takır kuru bakır olduğu için Maliye Nazırı, Reji Müdürü’nden borç isteyecek!

Şöyle devam ediyor Kuntay:

Rambert, istenilen paranın ne kadar olduğunu Nuri Bey’den, o da Nazır’dan sordu: Hazır, küçük diline dolanan bir sesle cevap erdi. ‘Beş yüz lira!’

Nuri Bey sakalına kadar sapsarı oldu. O gün devlet hazinesinde beş yüz lira yoktu; Osmanlı İmparatorluğu, altı yüz senelik sakalıyla dileniyordu.”

*****

Kıbrıs’ı İngilizlere kiralayan Abdülhamid, sonraki süreçte de imparatorluğun toprak kaybını ve de çöküş sürecini durduramadı.

Yine de “Osmanlı’yı ayakta tutan Abdülhamid’dir” diyenlere de Adnan’ın ağzından şöyle yanıt veriyor Mithat Cemal Kuntay:

Hangi Osmanlı İmparatorluğu? Dünyada böyle bir şey mi var?

…Memleketin zaten neresi benim? Ereğli’de kömür Fransız! Haydarpaşa’da demir Alman! Yalnız Yemen’de dökülen kan Türk! Üstünde ölüp, altında gömülecek kadar bir toprak, bu mudur memleket? Elçi tercümanlarının çiğnedikleri leşe siz Osmanlı İmparatorluğu mu diyorsunuz? ‘Maliyeyi düzeltelim!’ Bunu Padişah baş başa kiminle düşünüyor? Sadrazamla mı? Hayır! Alman baştercümanı Testa ile!”

*****

Adnan’ın sözleri şöyle devam ediyor:

Vallahi Avrupa efendimizden korkar mı bilmem, fakat efendimiz eskiden Moskof çarından korkuyordu, sonra elçisinden korkmaya başladı, şimdi tercümanından korkuyor. Zaten neden korkmuyor ki? Sahilden korkuyor; kalem sesinden ayak sesine kadar her gürültüden korkuyor; gazeteden, reçeteden, kendi karyolasından korkuyor; kendi hafiyesinden korkuyor; öperken çocuğundan, çocuk yaparken karısından korkuyor. Korkacak kimse bulamazsa aynada kendisinden korkuyor. Abdülhamid sağ kaldıkça Osmanlı İmparatorluğu masrafsız batacaktır.”

****

Tarihin sahte kahramanlarından övgü çıkarıp, günümüzdeki uygulamalarını meşrulaştırmaya çalışanlar, yanlış kişi seçiyorlar!

33 yıl iktidarda kaldıktan sonra “Osmanlı’nın çöküşünde Abdülhamid’in payı yoktur!” diyenler, bugün ekonomik krizin sorumlusunu da elbette doğru teşhis edemiyorlar.

Ve kendi yanlışlarını başkalarına yıkarak, kurtulmaya çalışıyorlar!..

Loading