Ana Sayfa Yüksel Baysal - Serbest Yazılar Kuruluştan kurtuluşa Türkiye!

Kuruluştan kurtuluşa Türkiye!

1920’de TBMM açılırken orada yazman olarak çalışan Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun anılarını okudum; o dönemin havasını soludum.

30 Ağustos Büyük Zafer’e giden yolun adım adım örülmesini izledim, adeta o büyük zafere giden sürecin içinde yaşadım.

****

26 Ağustos sabahı ülkemizde manzara şuydu…

225 bin civarında Yunan askeri İzmir-Bursa arasına yığılmıştı.

İstanbul İngiliz-Fransız-İtalyan donanmasıyla işgal edilmişti.

Anadolu paramparçaydı.

****

1922 yılının Temmuz ayında yani kurtuluşa bir ay kala Trabzon’dan İstanbul’a gelen Hıfzı Veldet’in o güne ilişkin izlenimleri şöyle anlatıyor:

Azınlıkların özellikle Rumların İstanbul’daki şımarıklık ve taşkınlıklarına tahammül edemediğim için o zaman Caddei Kebir denilen Beyoğlu İstiklal Caddesinden yaya olarak pek geçmezdim. İşgal subaylarına rastladıkça da yolumu değiştirirdim.”

(Sayfa 160).

kapak 030807

****

Biraz daha geriye gideyim, İngilizlerin İstanbul’u işgal ettiği 16 Mart 1920’ye…

Mart ayı içinde bir gün arkadaşlarımızdan Memduh (Payzın) koşa koşa ve ağlıyarak geldi, ‘İstanbul’u İngilizler işgal etmişler, askerlerimizi uykuda bastırarak şehit etmişler’ dedi.

İngilizlere karşı zaten beslediğimiz nefret o anda kat kat çoğalmıştı. Osmanlı Meclisi Mebusanının İstanbul’da toplandığını, Misakı Milli’yi ilan ettiğini çoktan biliyorduk. Acaba bu Meclis ve oradakiler, özellikle Rauf Bey şimdi ne olmuştu? İstanbul’da bulunan dayımın ve kimi akrabalarımın başına acaba bir şey gelmiş miydi? Herkes İstanbul’u ve İstanbul’daki yakınlarını düşünüyor, herkes bir şeyler söylüyor, birbirini teselliye çalışıyordu.

İngilizlerden intikam almak, Yunanlılarla savaşmak için nemli gözlerle ant içmiştik. İlk telaş ve şaşkınlık geçtikten sonra: ‘Mustafa Kemal Paşa her halde bir tedbir almıştır’ sonucuna vardık ve durulduk.

Ona bir peygambere inanır gibi inanıyorduk.”

(Sayfa 36).

Occupation of Constantinople 3

****

Hıfzı Veldet,16 yaşında bir lise öğrencisi olarak TBMM’de görev verilmesinin nedenlerini de anlatıyor kitapta:

Meğerse Ankara Vilayeti kalemlerinden ve öteki dairelerden davet edilen yaşlı memurların Abdülhamit ve Meşrutiyet devirlerini yaşamış olanlarından çoğu Saraya ve İstanbul Hükümetine karşı isyan etmiş durumunda saydıkları böyle bir Mecliste, memur niteliğiyle de olsa çalışmayı ihtiyata uygun bulmuyorlarmış. Bunun üzerine okullara başvurulmuş. Ülkücü öğretmenler hemen gitmişler ancak kadro dolmamış, yazısı iyi olan öğrencileri bile memur olarak alacaklarmış.”

(Sayfa-47).

Hifzi Veldet Velidedeoglu3

****

26 Ağustos’a giden süreci tam olarak anlayabilmek bir lise öğrencisinin gözünden yaşanan heyecanı aktarayım:

Bugün TBMM Müzesi olan ilk Meclis binası, Milli Mücadelenin sanki ‘Nefes boşluğu’ ya da ‘Göğüs kafesi’ idi. Bu mücadelenin yüreği onun için çarpıyor, cepheye ve yurdun her yanına, her gün inanç, cesaret, savaş azmi, umut ışığı oradan dağılıyordu. Duraksamaları, inançsızlıkları, isyanları, halifeci ve sözüm ona İslamcı ihanetleri yok eden bütün atılışlar, Mustafa Kemal’in başkanlığındaki Türkiye Büyük Millet Meclisinin çalıştığı bu binadan yapılıyordu. Milli Mücadele ve Kuvayı Milliye ruhu Türkiye’nin her yanına oradan yayılıyordu. Bu bina bu ruhun bir ‘füze rampası’ idi ve ben, devlerin yönettiği bu rampada ince bir tel saran ya da küçük bir civatayı sıkıştıran, teknik personelden biriydim.”

(Sayfa 64-65).

Milli Mücadele Anıları, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Varlık Yayınevi, Nisan 1971.

WhatsApp Image 2022 08 27 at 18.20.51

****

Gelelim o büyük güne…

Yani Eylül 1922’ye…

Bir akşam Muammer ağabeyim ‘İzmir alındı’ diye bağırarak eve girdi. Rahmetli dayımın nasıl sevinç gözyaşı döktüğü bugünkü gibi gözümün önündedir. Kendimden söz etmek istemiyorum. Yalnız şunu söyleyeyim ki, ömrümün o güne değin en büyük emeli gerçekleşmişti ve mutluluğumun sınırı yoktu.

İstanbul coşmuştu. Her yanda fener alayları yapılıyor, evvelce Türklere adeta yasak olan Beyoğlu caddelerinden bu alaylar marşlar söyleyerek geçiyordu. Yunan bayrakları ortadan siliniyordu.

Bütün Ulusal Kurtuluş Savaşı boyunca olaylarla hemen her gün ilgili ve haşır neşir olduğum için düşmanın yenilgisinin sonuçlarını, düşman işgali altındaki İstanbul’da görmek ve Büyük Zaferi burada kutlamak, intikam duygumu doyuruyor, genç ruhuma büyük bir gurur veriyordu. Güzel İzmir kurtulmuş, vatan kurtulmuştu. Ve ben bu sevincin etkisiyle yerimde duramıyordum. İstanbul her gün bayram yapıyordu. Kendi kendime ‘Acaba şimdi Konya’da ve Kayseri’de de böyle günlerce süren coşkun bir sevinç havası var mıdır?’ diye düşünüyordum. Çünkü Birinci ve İkinci İnönü zaferlerinde Konya’da ve Sakarya Zaferinde Kayseri’de halkın, buradakinin onda biri kadar sevinç ve coşkunluk gösterdiğine tanık olmamıştım.”

(169-170).

Hifzi Veldet Velidedeoglu5 1

Ne diyeyim, acaba bugün de bu şehirde yaşayanların önemli çoğunluğu Atatürk ve Milli Kurtuluş’un değerini biliyor mu?

****

Atatürk’ün Samsun’a çıkışı sonrasındaki en önemli olay olan TBMM’nin kuruluş sürecinden bağımsızlık savaşının en kritik aşamasına kadar o dönem yaşayan birinin gözüyle anlatmaya çalıştım.

Allah bize bir daha bu millete İstiklal Marşı yazdırmasın ve de o günleri yaşatmasın diyerek 30 Ağustos Zafer Bayramı’nızı en içten dileklerimle kutluyorum.

NEDEN YOKTULAR?

2022 yılı bu büyük zaferin 100. yılı…

Böylesine önemli bir günde CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile DP Lideri Gültekin Uysal Afyon’da zafer yürüyüşüne katılırken, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, MHP Lideri Devlet Bahçeli ve de İYİ Parti Genel Başkanı Akşener neden orada yoktu?

Özellikle simgesel yıllara çok önem veren (2023, 2053, 2071 gibi) Tayyip Erdoğan, Türk ulusunun yeniden var olduğu, bağımsızlığı kazandığı günde neden Malazgirt’teydi?

KUVAYİ MİLLİYE DESTANI VE 30 AĞUSTOS ZAFERİ!

Nazım Hikmet’in 26 Ağustos’ta Afyon’da başlayan, 30 Ağustos’ta kesin sonuç alınan, 9 Eylül’de İzmir’de düşmanı denize döken o büyük savaşın destanından bir bölüm aktararak tamamlayayım bu yazıyı:

“kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi

okşayarak gülümseyen bıyığını seyrediyordu Kocatepe’den

dünyanın en yıldızlı karanlığını.

Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu.

Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki şayak kalpaklı adam

nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden güzel, rahat günlere inanıyordu

ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,

birdenbire beş adım sağında onu gördü.

Paşalar onun arkasındaydılar.

O, saati sordu

Paşalar: ‘Üç’, dediler.

Sarışın bir kurda benziyordu

Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.

Yürüdü uçurumun başına kadar,

eğildi, durdu.

Bıraksalar

ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak

ve karanlıkla akan bir yıldız gibi kayarak

Kocatepe’den Afyon ovasına atlayacaktı.

Saat 3.30.

Ali Onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü ve şu türküyü duydu:

‘Dörtnala gelip uzak Asya’dan Akdeniz’e

bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim.

Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak

ve ipek bir halıya benziyen toprak, bu cehennem, bu cennet bizim.

Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,

yok edin insanın insana kulluğunu, bu davet bizim.

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür

Ve bir orman gibi kardeşçesine bu hasret bizim…’

Sonra.

Sonra, 9 Eylülde İzmir’e girdik ve Kayserili bir nefer

yanan şehrin kızıltısı içinde gelip öfkeden, sevinçten,

Ümitten ağlıya ağlıya,

Güneyden Kuzeye,

Doğudan Batıya,

Türk halkıyla beraber seyretti İzmir rıhtımından Akdeniz’i.

Ve biz de burda bitirdik destanımızı.

Biliyoruz ki lâyığınca olmadı bu kitap,

Türk halkı bağışlasın bizi,

onlar ki toprakta karınca,

suda balık, havada kuş kadar çokturlar,

korkak, cesur, câhil, hakîm ve çocukturlar

ve kahreden yaratan ki onlardır,

kitabımızda yalnız onların maceraları vardır…

Loading