Ana Sayfa Yüksel Baysal - Serbest Yazılar Acıların tarihini romana batırmak

Acıların tarihini romana batırmak

Aralık, Türkiye’nin acılı tarihinde derin izler bırakan bir büyük felaketin yaşandığı aydır.

Hayır, 24 Aralık 1978 yılındaki Kahramanmaraş katliamından söz etmiyorum.

Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcında, Enver Paşa komutasında Ruslara karşı gerçekleştirilmek istenen ve on binlerce askerimizin donarak şehit olduğu Sarıkamış faciasından söz ediyorum.

22 Aralık 1914’te başlayan harekat 6 Ocak 1915’de tamamlandı. On binlerce askerimiz tek kurşun atmadan Allah-u Ekber dağlarında şehit oldu.

****

0002074897001 1

İşte o konuyu da belgelere, tanıklara dayanarak anlatan Bursalı Yazar Ayhan Demirhan’ın ‘Sen O Süleyman’sın’ belgesel romanını okuyup bitirdim.

****

Roman kahramanı Süleyman’ın yaşamı, Çoruh nehri kıyısında Yusufeli’nin dağ köyünde (Oğdar-Günyayla) başlar.

Yoksulluk nedeniyle bir aileye evlatlık verilir.

Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcında Ruslar gelirler köye ve Süleyman evlatlık verildiği evdeki ablasıyla kaçmaya başlar.

Uzun yolculuk sırasında önce Ankara Nallıhan ardından Mudurnu’ya varırlar.

Orada Ayşe ablasıyla yolları ayrılır (Bir daha da haber alamaz ablasından), Süleyman köydeki bir ailenin yanına yerleştirilir.

Adı değiştirilir, Hakkı olur.

55 yıl boyunca köyünün hayallerini görür, ailesini arar ama bulamaz.

Günün birinde Yusufeli adını duyunca araştırmaya başlar ve köyüne geri döner, sağ kalan akrabalarını bulur.

****

thumbs b2 3991d432d27da37b7e8aa2f5e48fbc80

Süleyman’ın zor, acılı ve yürek yakan öyküsünün başlangıcı Türk ordusunun büyük kayba uğradığı Sarıkamış felaketine denk gelir.

Yazar Ayhan Demirhan önce Sarıkamış faciasını anlatır:

İsrafil Düzü, karla kaplı, hava soğuk mu soğuk, güneydeki dağ bulutlar altında, askerler yakılan ateşlerin etrafında kümelenmiş ısınmaya çalışıyor.

Şakiroğlu Osman, köylüsü beş asker arkadaşı ile hiç konuşmadan öylece ateşe bakıyor, iri gövdesi ve başındaki siyah kalpağıyla diğerlerinden ayrılıyordu. Kalpağını vurduğu bir Kazak askerinin kafasından çıkarmış, bir daha da onu yanından ayırmamıştı. Şakiroğlu Osman’ın hemen yanında oturan Hüseyin, davudi sesiyle ‘Arkadaşlar, aylardır burdayız, ye, iç, yat, uyu! Yaptığımız bir şey yok. Allahuekber Dağı’nı aşıp düşmana saldıracakmışız. Ben oraları çok iyi bilirim. Bu kış kıyamette orayı kanatlı kuş olsak bile geçemeyiz. Olacak iş değil!’ dedi.”

(Sayfa-51).

****

Enver Paşa’nın bile bile ölüme sürüklediği binlerce asker arasında iki askeri konuşturur Yazar Demirhan:

Sen daha beş seneliksin, yenisin, dokuz yıldır askerdeyim. Savaştan değil, açlıktan değil, soğuklardan değil, körü körüne ölmekten kaçıyoruz. Yetti artık şu Allahuekber Dağı’nı aşacakmışız. Bu karda, kış kıyamette bu dağ aşılmaz. Herkes böyle diyor, göz göre göre, körü körüne donarak öleceğiz. Keşke ölmek bir işe yarasa! İşte o zaman ölsem de gam yemem.

Öncü birliğin yürüyüşü yavaşlayınca Elazızlı, atıyla çavuşun yanına vardı,

‘Komutanım bu gidişle donacağız. Neferlerin yürüyüşü de yavaşladı. Söyleyelim ayaklarını yere sert sert vursunlar, zıplaya zıplaya, hatta atlaya atlaya yürüsünler.’

‘Doğru söylüyorsun, bu da nerden aklına geldi? Ben buradakilere söyleyeyim, sen de hemen git, birliğe haber ver, onlar da dediğin gibi yürüsünler.’

Her tarafı saran soğuk, tipiyle beraber yürümeyi zorlaştırıyordu. Askeri birliğin tümünün sert sert adımlarla ve zıplayarak yürümesiyle garip görüntüler ortaya çıkıyordu. Yürüyüş yavaşlayınca nefesler de kesildi.

Çok geçmedi ki sert adımlarla, atlaya atlaya giden Süleyman yularından tuttuğu beyaz atıyla arkada kaldı. Gerisinde yürüyen üç neferden birisi atının yularını bıraktı. Kendi kendine anlamsız sözler söyleyip koşmaya başladı. Süleyman’ın biraz geçince yoldan ayrıldı, bağıra bağıra ormanın içine daldı. Karlı dallar altında gözden kayboldu. Sert adımlarla yürüyen öndeki iki atlıdan biri de atının yularını bıraktı, yol kenarındaki çam ağacının dibine gidince çömeldi. Atı da yanında durdu, burnunu iki defa püf püf yaptı, kulaklarını salladı. İkisi de öylece kala kaldı.

Arkadan gelen bir bağırışla geriye dönen Süleyman üstünü başını çıkarmakta olan bir neferle karşılaştı. Nefer, iç çamaşırlarını da çıkararak, hızla yanından geçti. İlerideki çam ağacına sarıldı, tırnaklarıyla ağacın kabuklarını soymaya çalışırken dişleriyle de ağacı ısırıp garip sesler çıkardı. Kopan tırnaklarından, parçalanan dudaklarından akan kan zaman geçmeden al renkte buza dönüştü. Çırılçıplak nefer, son kez birkaç defa debelenirken ağaca sarılı donakaldı.”

(Sayfa-75-76).

****

556461 514089068

Daha fazla ayrıntı vermeyeyimSarıkamış faciasının diğer görüntülerini kitaptan okuyun derim.

Öykünün devamında Kurtuluş Savaşı sırasında iç isyanların merkezi konumundaki Adapazarı, Düzce, Bolu ve Mudurnu’daki olayları da anlatır yazar.

Hilafet yanlılarının Kuvayi Milliye taraftarlarını öldürmek için harekete geçtiklerinde Süleyman (Hakkı)’nın yaşadığı Mudurnu’da halk karşı koyar, Kuvayı Milliye’yi destekler.

Şeyhülislam Dürrizade’nin Kurtuluş Savaşı öncülerinin ‘Katli vaciptir’ fetvasına karşı Mudurnu’da yaşayan Bulgaristan göçmeni  yurtsever bir din adamı olan Filibeli Hoca’yı da konuşturur Ayhan Demirhan:

Bunlar boş laflardır, hatta iftiradır. Ben de Kuvvacıyım, Mustafa Kemal’i destekliyorum. Ben şimdi kafir miyim? Daha yeni Düzce’ye ve köylerine gidip konuşmalar yaptım. Her yerde söylentilerin yalan olduğunu, fitne olduğunu, bu işin arkasında İngilizlerin olduğunu, uçaklarıyla köylere kadar zorla yazdırıldığı belli olan Şeyhülislam’ın fetvasını attıklarını, dağıttıklarını söyledim. Şeyhülislam Dürrizade, ‘Milli Mücadele’nin padişaha karşı isyan olduğunu, Kuvayı Milliye’ye katılanların kanlarının dökülmesinin, mallarına el konulmasının helal olduğunu söylüyor.’ Bu fetvanın İngiliz esareti altında yazıldığı, dinen ve aklen hükümsüz olduğunu her gittiğim yerde anlatıyorum. Ben, Filibe’de bin bir türlü söylentilerle fitnelerle karşılaştım. Bulgarların işgalini akıllara hayret veren mezalimini gördüm. Süt yavrularının analarının koynundan alınıp hançerlendiğini, aslan gibi oğlanların koyun gibi boğazlandıklarını gözlerimle seyrettim. Evlerimizi, mallarımızı yağma ettiler. Büyük konaklarda gösteriş ve debdebe içinde yaşayanlar, sokaklarda dilendiler. Kadınlarımızın şerefini gözlerimiz önünde berbat ettiler. Hilafet yanlıları denilen bu kişiler zülüm nedir görmemişler. Bırak görmeyi, bu zulmü dindaşlarına kendileri yapıyorlar. Doğduğu topraktan parasız, malsız, cansız ayrılmanın ne demek olduğunu bunlar görmemişler, yaşamamışlar. Ama ben bunları herkesten daha fazla duyar içim sızlar. Gittiğim her yerde bunları anlatıyorum. Şu mümayişte gördüğünüz zeybekler, Yunanlılar tarafından işgal edilen memleketlerini kurtarmak için dövüşen mert çocuklar; çoluğunu, çocuğunu, kızlarını, analarını, bacılarını, namuslarını Allah’a emanet bırakarak imdadımıza koştular. Canımızı, malımızı kurtarmak için. Peki kimden? Tabi ki Hilafet yanlılarından.”

(Sayfa 145-146).

***

Bu bölümün devamında bugünlerde masum gösterilmeye çalışılan Saltanat ve Hilafet yanlılarının o bölgedeki vahşetlerini de anlatır Ayhan Demirhan…

****

Sözü daha fazla uzatmayayım, kitabı hararetle öneriyorum.

Uyum Yayınları’ndan çıkan Ayhan Demirhan’ın “Sen O Süleyman’sın” romanını keyifle ama buruk bir acı duyarak okuyacaksınız.

5Vi7Q6TarEGCFlSyqb2yrQ 1

ANADOLU ŞEHİTLER DİYARI

Yine büyük bir acıyla sarsıldık. Anadolu’nun yoksul çocukları Kuzey Irak’ta kalleş teröristlerin baskınıyla şehit oldu.

Hani terör bitmişti, kökü kazınmıştı; ayakkabı numaralarını bile biliyorduk.

İki günde 12 şehit verdik.

AK Parti iktidarının Orta Doğu’da macera aramasının ve Suriye’nin içişlerine müdahale etmesinin bedelini bizim çocuklarımız canıyla ödüyorlar.

Loading